26 Eylül 2010 Pazar

Ruhumu Teslim Ayini...


avuçiçime işliyor tırnaklarım! ; sanki ölümümün üstünden yirmi dört saat geçmiş gibi, soğuk akıyor kanım... yaşayan ölü, ayaklı cenaze, ölmüş gömeni yok işte ne derseniz halime! yine öldüm ama ayaktayım yine... sıkı sıkı sıktığım avuçlarımdan kırmızı bir şelale kuruyor gitgide. artık tırnaklarıma doluyor avuçiçlerim. kırılıyor gıcırdayan dişlerim. ağızımın içinde çiğnediğim gevrek kelimelerle bir oluyorlar. ruhumu teslim ayinindeyim... sona yaklaştığımı biliyorum ve artık bu bitişe direnmiyorum. çünkü perdeyi aralandıran rüzgar bana yeni bir günün doğmayacağını gösteriyor. bu kasvetli sinsiliğin atmosferdeki karşılığı sadece karanlık! ayın güneşe engel olduğu anlarda bile gördük ışıltıları, gün geceye vardığında bile oradaydı günden kalan o minik noktacıkları... ama artık yoklar ya da bana gözükmüyorlar. tek bildiğim göremediğim. belliki taksiratımı ödeyişime tanık olmak istemiyorlar. ya da beni hayata döndürecek, bana yolumu gösterecek kadar büyük bir aydınlığa sahip değiller... bedenimin düşkünlüğü hissedebilirliğimi kaybettiriyor bana. yaralarımın hiçbiri acı vermiyor. acıların en büyüğü bile artık can yakmıyor... avuçlarım kuruyor duvarlar kanıyor, gözlerim kuruyor gökyüzü akıyor. ama ne yaralarım iyileşiyor ne de bulutlar kayboluyor... halimi özetleyen bilindik bir deyim var mı? sevmiş olmak gerçekten 'şeytana uymak' mı? bunu şeytanın kendisine sormalıyım. tam ama tam gider ayak gelse keşke. çünkü gitmekten vazgeçebilirim eğer erken gelirse, gelmemesi ise... düşünemiyorum bile!!! ben bunları düşünürken iyi insan(!) lafının üstüne gelir misali belirdi ayak sesleri. kapıyı açtığında, rüzgar ceryan etkisi yapıp pencereyi hareketlendirdi, pencere güm! güm! güm! vuruyordu ve rüzgar eşyaları hırpalıyordu. tıpkı onu gördüğümde kalbimin dört nala koşması ve yıkıntılarımın artçı bir depreme daha maruz kalması gibi... bugünün, bu tacsız felaketin geleceğini önceden bilir gibi baktı gözleri, halimden hiç etkilenmemişti belliki bu onun ilk terkedişi değildi ya da çok terkedildi. söylenecek o kadar çok şey vardıki ama kendisi de biliyordu tek tek hepsini. daha önce defalarca duymasından mıdır yoksa tekrarlamasından mıdır bilinmez ama ezberindeydi lanetin her kelimesi. belli ediyordu bunu gözleri ve gülümsemesi. zaten işime de geldi bir yerde çünkü daha fazla halim yoktu onun için tükenmeye. hemen sadete geçtim ben de: ''bana yaşattığın acıların cezasını çekmeden gidemezsin!'' dedim. ''tamam, biran önce ÇEKİP GİDİYORUM!'' dedi ve gitti. kapı kapanınca rüzgar da durmuştu... ayin burada bitti...

5 Eylül 2010 Pazar

Kalpler


Nadasa bırakılmış kalpler...
Bakımsızlar, çoraklar;
Çünkü kimsesizler.
Toprağın bir damla suya muhtaç oluşu gibi
Muhtaçlar bir dudağın dokunuşuna
Ya da hiç yoktan bir damla gözyaşına.
Unutmuş o kalpler ekilip biçilmeyi.
Çapasızlıktan havasız, nefessiz kalmışlar.
Susuz bırakılmışlar, çatlaklar var.
Şiddetli bir yağmurda, fırtınada alt üst olacaklar.
Birçoğu sahipleri tarafından anıza maruz kalmış.
Diğerleri ise yağmalanmış çakallar tarafından...
Bu kalplere ne oluyor böyle?
Suçları ne?
Bir kalbin suçu ne olabilir ki?
Nefret mi?
Ama hiçbir kötü duygu kendi kendine çıkmaz ki
İyi bir duygu mutasyona uğramadıkça;
Aşkın, sevginin genleriyle oynanmadıkça...
Kalplerinize, kalplere iyi davranın.
Klasiktir ama gerçekliği sabittir ki ,
Ne ekerseniz onu biçersiniz!

1 Eylül 2010 Çarşamba

__ÇİZGİ__

iki şey arasındaki sınır çizgisinin belirgin olmadığı bu zamanda belki de gerçeği aramak büyük hata. gerçek dediğin yalan, dolan, kandırmaca. ve bu yüzden zaman kaybı yaşamandır hatalı olduğun nokta da. mesela; nefret ettiğine dikkat et! aşıksındır belki de ona... yemininden kendin bile emin değilsen kimsenin sana inanmaması kimin suçu? emin olduğun yeminlere bile inanmayanlar çıkacak. bu da emin olmadığın yeminlerinin sana yapışan etiketi, kötü sonucu. işte gerçek bu! bunlar tarih değil bilim değil, kanıtlayamaz hiçbir belge ya da tahlil. bu yüzden bu belli belirsiz çizginin sağına soluna kayacak adımların. tıpkı sarhoş gibi yürüyeceksin, hayat sarhoşu... kafana kitap koymak ya da ağzında bir kaşıkla yumurta taşımak işe yaramaz dengede kalman için. ama yeri gelecek çizginin keskinleştiği yerlerde de ip cambazı gibi tek ayak üstünde dalga geçeceksin hayatla. tecrübelerin taşıyacak seni bir sonraki adıma. ama sen kulak ver bu lafıma; o keskin görünürlülüğün sonu var. tecrüben bir yere kadar işe yarar. sonra mı? tek çare yenisini edinmektir. yani bir tecrübenin sonu gelir ama tecrübe edinmenin sonu gelmez asla. ve belki de tecrübeliyim dediğin bir konuda, tam da sahip olduğun tecrübenin aksine, edineceksin yeni bir tecrübe. peki gerçek hangisiydi? ilki mi ikincisi mi? işte bir diğer gerçek te şu ki; tecrübe yok! defalarca şaşırabilirsin, yanılabilirsin bu hayatta. çünkü herşey insanlar için ve insalar tarafından... sadece yaşa. düşün-taşın, ölç-tart, ek-biç ve yap. günün birinde pişman olmayacağını düşündüğün ne varsa gerçekleştir. yoksa yapmadığın için pişman olabilirsin... işte bu da bir gerçek!!!... gerçek senin duyguların değil bilinçaltına attıkların. tecrübeliyim, insan sarrafıyım demek boşuna. insanlar boyasız ama şeffaf olmayan maskeler takarlar, ayna karşısında çok çalıştıklarından mıdır bilinmez ama kendilerini bile inandıran yalanlar söylerler gözünün içine baka baka... ve gerçek; yaptığından, yapmadığından belki de yapamadığından arta kalan pişmanlıklar... işte gerçek bunlar, bu muhteşem üçleme... dünyanın gerçeğine gelecek olursak; gerçek senin ne düşündüğün değil karşında ne bulduğun. senin içinde olup bitenler değil senin içinde olup bittiklerin... koştun, yürüdün, düştün ve şimdi çizginin sonuna geldin...