25 Kasım 2010 Perşembe

HER ŞEY İNSANLAR İÇİN...


bir şarkı geldi kulağıma: ''çok parçalandım parçalandıkça çoğaldım... diye inanmazsam nasıl yaşarım?'' bense çok parçalandım parçalandıkça dağıldım ve söylenemez yaşadığım... hatta, yarınlara umut bağlamasaydım, hayaller kurup onlara tutunup çabalamasaydım belki de çoktan ölmüştüm! ama her düşünüşümde kalbimin atışını hızlandıran o hayaller, umutlar yüzünden mezarlığa döndüm: bir ceset, bir ceset daha ; çocuklarımı gömdüm, gömdüm... gelir geçer, geldi geçti, gelecek geçecek... ha geldi ha gelecek; nasıl gelip nasıl geçecek, ne getirecek ne götürecek... evet, ben de hiçbir şey boşuna yaşanmamıştır diye inandım ama daha nereye kadar avutur beni bu inancım??? bu uykudan da uyandım diyip sevinmek neye yarar... önemli olan, ne kadar bu kabustan aldığın zarar? heleki uykunu almamışsan yeni bir uyku ve yeni bir kabus tetikte boşluğunu bekler... gözünü açsan ne fayda! gözü açık görülür zaten bu rüya... ama bu da gelecek ve geçecek... ne de olsa her şey insanlar için. zorda olsa bu hayatı öğreneceksin. hayat elinden alacak hayallerini, umutlarını, yakınlarını. peki sen onun kazanmasına izin mi vereceksin ? her yenilişte acı da olsa gülümse. hayata ters giydir pabucunu, tökezlesin. eğer onun kurallarıyla girmezsen onun yatağına, asla tekrar kavuşamazsın çocuklarına!

''MAL''

indirime girmişsin sevgilim. benim zamanımda fahişti fiyatın. karaborsada taklitin çoktu ama sen tektin, uzaktan bile belliydi orijinalliğin ve benimdin... atmadım, satmadım, bırakıp kaçmadım! sen kendin gittin. çünkü değerin arttıkça daha da yükseklere dikildi gözlerin... herkes modasın diye geçirdi seni en azından bir kere üzerine. ödünç alınıp verilir oldun arkadaşlar arasında bile. günün birinde patladı kumaşın ve defolular arasına atıldın. artık orta halli bir semtin köhne bir sokağında adı sanı olmayan bir dükkanın önünde duran ve ayağı sallanan bir tezgahın malıydın. mal sahibinin mallar elinde kalmasın diye zararına satış yaptığı ya da çok az kar sağladığı, müşterilerin ise üç kuruş emekli maaşıyla bütçelerini sarsmadan ucuza alışveriş yaptığı bir tezgah... el yordamıyla yokluyorlar seni, giyip çıkarıyorlar; deniyorlar. ve tabiki kusurunu farkedip, beğenmeyip almaktan vazgeçiyorlar! düşün cüzzi fiyatına rağmen alıcın yok! malum defolusun...! =))

bazen yolum düşüyor satıldığın semte, sokağa... uzaktan izliyorum, yanaşsam mı diyorum içimden... eski günlerin hatırına tutup seni elinden götürsem mi??? yaşattıkların gelince de aklıma yok yaaa en iyisi bir de ben deneyip çıkarayım diyorum diğer müşteriler gibi!!! sonra da diyorum yorulmama değmez ki, ne alıp uzaklara gitmeye ne de deneyip çıkarmaya... ben seni eski sen yapınca biliyorumki tekrar gideceksin yahut tadına bakmakla en büyük acıyı ben çekeceğim... ve en sonunda farkettim, senin için yerimden kalkıp buralara gelmek bile aptallık! bu yüzden artık uğramıyorum semtine, sokağına. tabi işim(!) düşerse neden olmasın! ;) ama şunu bilki bir alana bir bedava dönemi başlasa ve bedavası sen olsan aldığım malın, yine de seni kasada bırakırım!!!

19 Kasım 2010 Cuma

+1 (Hiçlik Abidesi)


+1 olduk... ee olduk da n'oldu ya da n'olduk??? tabiki koskoca bir hiçlik abidesi... aslında 17 olduğumdan beri saymıyorum geçen zamanı, aldığım yaşları. kadınların tipik yaşlanma korkuları kaynaklı değil bu tavrım. aslında bu bir tavır da değildi. ama şimdi bir an düşününce tavır gibi geldi bana da; sanki biliçaltıma ittiğim bir tavır... yoksa insan merak etmez mi hiç zamanın nasıl geçtiğini? ama zamanın, yaşın, yaşlanmanın bir önemi yok... hele ki bu devirde her şey hızlıyken... her şey -18 kez... ''hızlı yaşa, genç öl'' felsefesi gitgide gerçeğe daha da yaklaşırken... benim hızım çok sayılmaz ama bu hız erken ölmeme yeter gibi =)) tabi herkese göre değişir erkenin tanımı, o da ayrı bir mesele...

en iyisi biz bırakıp bunları gelelim bugüne. bugünün anlamı mı ne? tozlu sayfalarda mürekkebi silinmiş birkaç tarihi olay, hatrı sayılır derecede çok seveni olan birkaç insanın gözlerini hayata açışı-kapatışı... bir de ismi bilinmeyenler var ya da az bilinenler. onlardan biriyim işte ve ben daha 19 um, yani yeniyim bu işte! :D yeniyim ama aynı zamanda eskiyim. nasıl mı ??? çünkü bu gece ilk defa yaşlandığımı hissettim... hayatı anlamak, hayatı yaşamak, hayatla savaşmak, hayatta kalmak derken yaşlanmışım; kalmamış damağımda eski tadım. ''neydi amaçlarım? nereye yol aldım? sonunda nereye vardım? bundan sonra ne yapacağım?'' hepsi cevapsız... bulunduğum nokta ıpıssız... acıların boyutu sınırsız; yaraların çokluğu sayısız... bedenime döndüremediğim bir ruhum, bir kalbim ve bir beynim var; geziniyorlar ipsiz sapsız... aydınlıktaki karanlıkta yaşamayı da ancak ben becerirdim zaten!

gözlerimdeki yaşlı yaşlardan dolayı, 19 olduğuma inanamayıp cüzdanımdaki nüfusuma baktım tekrar tekrar. yeniden eskiye doğru karıştırdım albümleri, biraz da yokladım zihnimi. hayatımı kimi zaman siyah beyaz yer yer renkli izledim odamın şu boş duvarında; tam bir panaroma... işte asıl yaşlandığımı hissettiğim an bu filmi izlediğim andı... filmin bazı replikleri var hatırımda kalan; hatırladıkça şapşalca sırıtmama sebep olan ya da sinirden düşlerimi gıcırdatan! o repliklerden tepkisiz olduklarım da var; şöyle bir gelip gidenler. işte bunu yazarken bu katagoriden birisi belirdi aklımda; ''bana bu şiirleri, sözleri yazan kızla hemen evlenirdim!'' ... bunu diyene ''yok öyle bi dünya!'' demiştim. çünkü ben kapımda bunca sene bırak kuyruğa girenleri, tek bir kişi bile göremedim!

keşke hiç yazmasaydım... bıraksaydım da başkalarının bana yazmalarını(!) umanlardan olsaydım ve geç güç dert etmeden bir şekilde umduğuma ulaşsaydım... ama bu halimle olduğum yerde kalmışım. hatta olduğum yerde kalsam yine iyi; makarayı tersine sarmışım! uzaklaşmışım sevdiğimden, sevgimden, kendimden adım adım. ve nihayetinde, yazdıklarımda deli gibi haykırdıklarımı içimde bile yaşatamıyorum artık... çünkü çelişkilerimden fırsat bulamıyorum: hem onla birlikte olmak istiyorum hem de onun da bunu istemesinden korkuyorum. küçük bir selam vermekten bile acizim deşifre olma korkusuyla. ama 'o beni neden farketmiyor, sevmiyor' diye de ağlarım utanmadan! deyim yerindeyse; açlığın verdiği cesaretle, yutacağımdan büyük bir lokma ısırıyorum ve o lokma boğazımda düğümlenen bir korku, gözyaşı, acı oluveriyor; yutkunamıyorum; kursağımda kalıyor! yani olmuyor be kardeş... ben içimde yaşatıp içimde öldürmeye ve içimde yaşayıp içimde ölmeye fena alışmışım. yazdıklarımda dolup taşarken yaşadıklarımda körelivermişim... marifet sandığın marifet değilmiş yani; bunca zamandır satırları doldurmakta değilmiş marifet! çünkü yazdıklarımı ait oldukları kişiler hiç bilmedi ki, bilemedi... yazdıklarım adreslerine hiç gitmedi... marifet değil halt ettim! kalemi elime alışımdaki aynı cesareti aynı bende bulamadım severken... içlerinden birisi bile bilmedi hangi ya da herhangi 3-5 satırı onun için yazdığımı ki hala bilmiyor-lar! içim de dışım gibi olsaydı ''ben-onlar'' değil, ''ben-sen= BİZ'' olurdu-K belki... belki de çok farklı şeyler yazardım o andan itibaren... kimbilir belki de yaşamaktan yazmaya vakit bulamazdım! bilemiyorum iyi mi yaptım kötü mü yaptım. ama yazdım yazdım ve yalnızım...

eee +1 olduk ta n'olduk??? koskoca bir hiçlik abidesi... tıpkı yazıklarım gibi... yazdıklarımın da 'hiç' hepsi!!!

27 Ekim 2010 Çarşamba

YALNIZLIK RESİTALİ...

yalnızlıktan şikayetçi değilim normalde. ama geceleri anormalim heralde! yalnızlığın verdiği rahatsızlığı(!), çektirdiği acıyı, hissettirdiği ezikliği geceleri yatağımın sadece küçük bir bölümünde 2 büklüm yatarken farkediyorum. ne uyku tutuyor ne yataktan kalkasım geliyor. hiçbir şey düşünemiyorum da. çünkü hiçbir şey yok o anda koca bir boşluk dışında. boşluğa dair de birşey düşünemiyorum; nerden düştüm bu boşluğa, nasıl düştüm, sebep ne, nasıl çıkarım..? hiç!

havalar sıcak diye pencerem aralık, dışardan cırcır böceği sesleri geliyor. duymamak için odamın kapısı özellikle kapalı ama holden tiktak sesleri de kulağıma ulaşıyor. bir de üst komşunun banyo tuvaletinin taharet musluğu şıpırtısı! böylesi sabit seslere duyduğum uyuzluğu bertaraf edebilmek için yastığımı düzeltip kafamı o yandan öbür yana çeviriyorum, arada 2 yudum su içip hipnoz edilmiş gibi uyuşan zihnimi açmaya çalışıyorum. 'karanlıkta yalnızlık' melankolisine kapıldığım o anda İstanbul'un en azından benim bulunduğum kısmı sessiz sedasız uyurken tam da, bu sesler çıldırtıyor işte beni! sesler olmasa belki de dalıp giderim, ya uykuya ya da düşüncemdeki boşluğa... hangisine olduğu önemli değil, giderim işte... ben bu seslerin verdiği uyuşukluğu su içerek açayım derken uykumu açıyorum aslında; hep bu sesler yüzünden uyuyamıyorum!!!!!... offff bahanee işte laf!!!

cırcır böceğinin sesi tıpkı duymamak için kulaklarımı tıkadığım içsel iniltilerim... ruhum inleye inleye can çekişirken zaman geçiyor tiktak diye sanki, zamanı da görmezden gelmeye çalışıyorum... taharet musluğuna gelince; yine içime sıçmış birileri, ben de gözyaşlarımla temizlemeye çalışıyorum bıraktıkları pislikleri! işte geceleri farkediyorum hepsini. bana bunları yaşatanların mışıl mışıl uyuduklarını hissettiğim gecelerde. böylesi gecelerde uykum kaçıyor ve ne hikmettir ki bilinçaltımdaki herşey eşyaların suretlerinde çıkıyor günyüzüne... hem de gece gece bu günyüzüne çıkış! garip... ama sadece lafta. çünkü artık garipsemiyorum aslında ve bu yüzden olup bitenleri sorgulamıyorum da. neyse... iyisi mi sizler uyumaya devam ediniz, hatta sakın uyanmayınız! fırsattan istifade biraz daha dinleyeyim kendimi ben de... akordu bozuk bir kemanın resitalini ya da cızırtılı bir frekansın üçüncü sayfa haberlerini dinler gibi...

26 Eylül 2010 Pazar

Ruhumu Teslim Ayini...


avuçiçime işliyor tırnaklarım! ; sanki ölümümün üstünden yirmi dört saat geçmiş gibi, soğuk akıyor kanım... yaşayan ölü, ayaklı cenaze, ölmüş gömeni yok işte ne derseniz halime! yine öldüm ama ayaktayım yine... sıkı sıkı sıktığım avuçlarımdan kırmızı bir şelale kuruyor gitgide. artık tırnaklarıma doluyor avuçiçlerim. kırılıyor gıcırdayan dişlerim. ağızımın içinde çiğnediğim gevrek kelimelerle bir oluyorlar. ruhumu teslim ayinindeyim... sona yaklaştığımı biliyorum ve artık bu bitişe direnmiyorum. çünkü perdeyi aralandıran rüzgar bana yeni bir günün doğmayacağını gösteriyor. bu kasvetli sinsiliğin atmosferdeki karşılığı sadece karanlık! ayın güneşe engel olduğu anlarda bile gördük ışıltıları, gün geceye vardığında bile oradaydı günden kalan o minik noktacıkları... ama artık yoklar ya da bana gözükmüyorlar. tek bildiğim göremediğim. belliki taksiratımı ödeyişime tanık olmak istemiyorlar. ya da beni hayata döndürecek, bana yolumu gösterecek kadar büyük bir aydınlığa sahip değiller... bedenimin düşkünlüğü hissedebilirliğimi kaybettiriyor bana. yaralarımın hiçbiri acı vermiyor. acıların en büyüğü bile artık can yakmıyor... avuçlarım kuruyor duvarlar kanıyor, gözlerim kuruyor gökyüzü akıyor. ama ne yaralarım iyileşiyor ne de bulutlar kayboluyor... halimi özetleyen bilindik bir deyim var mı? sevmiş olmak gerçekten 'şeytana uymak' mı? bunu şeytanın kendisine sormalıyım. tam ama tam gider ayak gelse keşke. çünkü gitmekten vazgeçebilirim eğer erken gelirse, gelmemesi ise... düşünemiyorum bile!!! ben bunları düşünürken iyi insan(!) lafının üstüne gelir misali belirdi ayak sesleri. kapıyı açtığında, rüzgar ceryan etkisi yapıp pencereyi hareketlendirdi, pencere güm! güm! güm! vuruyordu ve rüzgar eşyaları hırpalıyordu. tıpkı onu gördüğümde kalbimin dört nala koşması ve yıkıntılarımın artçı bir depreme daha maruz kalması gibi... bugünün, bu tacsız felaketin geleceğini önceden bilir gibi baktı gözleri, halimden hiç etkilenmemişti belliki bu onun ilk terkedişi değildi ya da çok terkedildi. söylenecek o kadar çok şey vardıki ama kendisi de biliyordu tek tek hepsini. daha önce defalarca duymasından mıdır yoksa tekrarlamasından mıdır bilinmez ama ezberindeydi lanetin her kelimesi. belli ediyordu bunu gözleri ve gülümsemesi. zaten işime de geldi bir yerde çünkü daha fazla halim yoktu onun için tükenmeye. hemen sadete geçtim ben de: ''bana yaşattığın acıların cezasını çekmeden gidemezsin!'' dedim. ''tamam, biran önce ÇEKİP GİDİYORUM!'' dedi ve gitti. kapı kapanınca rüzgar da durmuştu... ayin burada bitti...

5 Eylül 2010 Pazar

Kalpler


Nadasa bırakılmış kalpler...
Bakımsızlar, çoraklar;
Çünkü kimsesizler.
Toprağın bir damla suya muhtaç oluşu gibi
Muhtaçlar bir dudağın dokunuşuna
Ya da hiç yoktan bir damla gözyaşına.
Unutmuş o kalpler ekilip biçilmeyi.
Çapasızlıktan havasız, nefessiz kalmışlar.
Susuz bırakılmışlar, çatlaklar var.
Şiddetli bir yağmurda, fırtınada alt üst olacaklar.
Birçoğu sahipleri tarafından anıza maruz kalmış.
Diğerleri ise yağmalanmış çakallar tarafından...
Bu kalplere ne oluyor böyle?
Suçları ne?
Bir kalbin suçu ne olabilir ki?
Nefret mi?
Ama hiçbir kötü duygu kendi kendine çıkmaz ki
İyi bir duygu mutasyona uğramadıkça;
Aşkın, sevginin genleriyle oynanmadıkça...
Kalplerinize, kalplere iyi davranın.
Klasiktir ama gerçekliği sabittir ki ,
Ne ekerseniz onu biçersiniz!

1 Eylül 2010 Çarşamba

__ÇİZGİ__

iki şey arasındaki sınır çizgisinin belirgin olmadığı bu zamanda belki de gerçeği aramak büyük hata. gerçek dediğin yalan, dolan, kandırmaca. ve bu yüzden zaman kaybı yaşamandır hatalı olduğun nokta da. mesela; nefret ettiğine dikkat et! aşıksındır belki de ona... yemininden kendin bile emin değilsen kimsenin sana inanmaması kimin suçu? emin olduğun yeminlere bile inanmayanlar çıkacak. bu da emin olmadığın yeminlerinin sana yapışan etiketi, kötü sonucu. işte gerçek bu! bunlar tarih değil bilim değil, kanıtlayamaz hiçbir belge ya da tahlil. bu yüzden bu belli belirsiz çizginin sağına soluna kayacak adımların. tıpkı sarhoş gibi yürüyeceksin, hayat sarhoşu... kafana kitap koymak ya da ağzında bir kaşıkla yumurta taşımak işe yaramaz dengede kalman için. ama yeri gelecek çizginin keskinleştiği yerlerde de ip cambazı gibi tek ayak üstünde dalga geçeceksin hayatla. tecrübelerin taşıyacak seni bir sonraki adıma. ama sen kulak ver bu lafıma; o keskin görünürlülüğün sonu var. tecrüben bir yere kadar işe yarar. sonra mı? tek çare yenisini edinmektir. yani bir tecrübenin sonu gelir ama tecrübe edinmenin sonu gelmez asla. ve belki de tecrübeliyim dediğin bir konuda, tam da sahip olduğun tecrübenin aksine, edineceksin yeni bir tecrübe. peki gerçek hangisiydi? ilki mi ikincisi mi? işte bir diğer gerçek te şu ki; tecrübe yok! defalarca şaşırabilirsin, yanılabilirsin bu hayatta. çünkü herşey insanlar için ve insalar tarafından... sadece yaşa. düşün-taşın, ölç-tart, ek-biç ve yap. günün birinde pişman olmayacağını düşündüğün ne varsa gerçekleştir. yoksa yapmadığın için pişman olabilirsin... işte bu da bir gerçek!!!... gerçek senin duyguların değil bilinçaltına attıkların. tecrübeliyim, insan sarrafıyım demek boşuna. insanlar boyasız ama şeffaf olmayan maskeler takarlar, ayna karşısında çok çalıştıklarından mıdır bilinmez ama kendilerini bile inandıran yalanlar söylerler gözünün içine baka baka... ve gerçek; yaptığından, yapmadığından belki de yapamadığından arta kalan pişmanlıklar... işte gerçek bunlar, bu muhteşem üçleme... dünyanın gerçeğine gelecek olursak; gerçek senin ne düşündüğün değil karşında ne bulduğun. senin içinde olup bitenler değil senin içinde olup bittiklerin... koştun, yürüdün, düştün ve şimdi çizginin sonuna geldin...

21 Ağustos 2010 Cumartesi

YARINLAR

Olmayacak bir dua mı istedim senden?
Yere, göğe, düne, güne bakarken
Yarının yaklaştığı görünmedi;
Yarın mı?
Çok erken...

Severken düşünmedim seni
Senin içinde olup biteni;
Senin içinde olup bittiğin şeyleri...
Eriyordum;
Sen de öyle...
Erimen benim meselem değildi,
Çok erkendi...
Çok erkendi yarınlar yok oluş için!
Yarınlar bizimdi...
Yarınları düşünecek kadar değildik;
Daha o kadar büyümemiştik.
Ama bizim olduklarını hep bildik.
Aksi yoktu.
Var diyen yalan söylüyordu!
Yarınlara daha çok yarınlar vardı...
Şimdi şimdiydi.
Daha dünün rüzgarı üzerimizdeydi
Farkedemedik...
Rüzgar ne zaman fırtına oldu?
Yarınlar oldu...
Yarınlar yarın değildi artık.
Yarınlar bizimle yok oldu...

12 Ağustos 2010 Perşembe

SORUN NE???

öyle hayatlar varki hayatımda...
öyle yürekler, öyle hisler,
öyle kimlikler, öyle gözler...
onları tanıdıkça bakıyorum kendime
söyleniyorum, kızıyorum kendi kendime!
soruyorum '' ben ne yaşamışım ki?'' diye
hatta bazen duyduklarımın hayretiyle
''ne şanslıymışım'' diyorum içimden.
sonra dalıp gidiyorum geçmişe
öyle takılıp kalıyorumki olup bitenlere
dönmek zor oluyor bugüne
hatta etkisi kalıyor birkaç gün üstümde.
çünkü az buz şeyler yaşamadım ben de
hele getirisi götürüsü ayrı bir mesele...
hesaba kitaba gerek yok, not ta tutmadım ayrı ayrı
zaten hepsi aklımda, hepsi en derinimde saklı...

işte böyle bir karmaşa içindeyim sayenizde
peki siz nasıl hissediyorsunuz kendi içinizde?
aslında bu sözde soru cümlesi değildi
ama cevap yok her zamanki gibi...

yaşıyorum hala...
hatta başka hayatları hayatımla kıyaslayacak kadar;
buna cürret edecek kadar yaşıyorum!
evet haddimi aşıyorum!
ama sadece kendimi iyi hissetmeye çabalıyorum...
''şanslıyım'' demeyi özledim çünkü
yeni bir şans yakalayamamak ya da kendi şansımı yaratamamak...
işte aynen bu durumdayım ne zamandır...
acaba ne zamandır???
dünyanın milyarlık yaşına kıyasla nedir ki insan ömrü?
ama benim kısacık ömrüme uzun geldi bu üzüntü...
süresini kestiremeyeceğim kadar uzun...
ben sormaktan yoruldum, bir de siz kendinize sorun;
nerede sorun?

28 Temmuz 2010 Çarşamba

12' ye 5 kala

12’ ye 5 kala
Kışın kimliğini açıkladığı kar taneleri
Yön değiştirdi bir anda
Pencereme vurduğunda anlamıştım varlığını aslında
Sanki beni dalgınlığımdan uyandırmak için ses veriyordu
Ben de seyre daldım onu,
Kulak verdim duyulmamış melodisine
Ne de olsa beni uyandırdı,
Anlamsızca anlam arayan düşüncelerimi canlandırdı...
Her ne kadar sevmesem de beyaz örtülü kara kışı
Her ne kadar
Ayrılık, yalnızlık ve aşılamayan engeller
Üçlüsünü hatırlatsa da bana
Yine de içime bir huzur verdi
12’ ye 5 kala

ZAR(AR)LARIN !

Zarlarının hileli olduğu çok belli
Nedense hep çifte standart yaşıyorsun bu hayatı
Sana ne olduğu da iyiden iyiye belli:
Uğraşıp çabalıyorsun göz alıcı yapmak için hayatını

Unutmuş gibisin eski adını ve sıfatını
Ama hatırlatır elbet hayat atıp o acı tokadını.
Çıkmazlara gidiyorsun görmeden önündeki karanlığı
Pembe ve hoş kokulu anlar kayıp gidince elinden,
Arda kalan pişmanlıkları atamayacaksın üzerinden.

Yırtıp at bu çok karalanmış sayfaları
Eski sen olmaman için ne engel var ki önünde?
Sen başka akılları sahiplerine iade et ve
Çıkar kutusundan aklını biran önce !

Çok bekledi ve hayatını düzeltmen için daha çok yeni
Mutluluk olduktan sonra sonunda insan nelerle savaşmaz ki...
Ben yürüdüğün yolu biliyorum sonu hiç iyi değil !
Tıpkı sonu hiç iyi olmayanlar gibi...

VAK'A

kelimelerin sözlükteki yerleri önemli değil,
ben onları kullanmadıktan sonra.
anlattıklarımın ne anlama geldiği önemsiz,
sen beni anlamadıktan sonra.
sözlerime cevap verme çaban gülünç,
kendini ifade edemedikten sonra.
boş bakışlarını üzerime dikme boşuna,
beni göremiyorsun nasıl olsa.
ve bu basit cümleler bile fazla,
bu durumu kavraman adına.

lugatımı tükettim yine sana,
anlatmaya çalıştım derdimi.
ne kadar anlatabildim ya da
algılıyabildin mi acaba beni ???
ama tabi sen de haklısın,
sonuçta 'algılayabildiğin' kadarım!

her ismi taktım da sıfatına
yakışmadı yine de hiçbiri.
sen tanımsız bir vak'asın
ve konuşmam bundan ileri ;)

27 Temmuz 2010 Salı

İKİ ÇEŞİT AŞK...

seviyorsan ve o da seviyorsa seni,
birlikteysen ve mutluysan onunla,
hem sevgilin hem dostunsa,
paylaşıyorsanız iyi-kötü herşeyi,
kendi gözlerinde onu onunkilerde kendini görüyorsan,
o yokken onu arıyor onu bulunca kendini kaybediyorsan,
birlikte kurduğunuz hayallerin dışında
kendi hayallerinizi bile birlikte gerçekleştirmek istiyorsanız,
siz tek bir beden, kalp, ruhsanız;
ama aynı zamanda sadece iki kişilikse bu ilişki,
yani dürüstseniz kendinize, birbirinize, ilişkinize;
dahil olamıyorsa üçüncü bir kişi:
yıkamaz; hatta sarsamaz!
hiçbir çelişki sizi ;)

bir de seviyorsundur ama...
ya başkasınındır ya başkasındadır
ya da senin olmak istemiyordur...
onu her gördüğünde heyecanla çarpan kalbin
o yokken ağrımaya başlar, belki de yorgunluğundan...
dokunamazsın ona ve hissedemezsin...
hayaller kurarsın ama gerçekleştiremezsin...
hayallerinin her kırılışında,
o kırıkların kalbine her saplanışında;
başlar kalbin daha da şiddetli ağrımaya...
tabi avuç içinin yalnızlığına karşın gözgöze gelirsin;
ama her gözgöze gelişinde,
kendinden başka herşeyi görürsün o gözlerde...
senden esirgediği gülücükleri başkalarına dağıtırken gördüğünde;
nefret edersin, lanet edersin, bitti dersin !
ama hiç gecikmeden, başlar sende bittiği yerden...
sen ona bu kadar kolay küser ve onu sebepsiz affederken
o senin için ne düşünür ne hisseder hiç bilemezsin...
onu, sevgini anlatırsın herkese;
ama o bunları hiçbir zaman bilmez senin cümlelerinle...
anlatırken 'biz' diyemezsin;
çünkü 'sen, ben, onlar' dan oluşur bu ilişki
aslında ilişki de denemez: tam bir çelişki...

SENİN HİKAYEN HANGİSİ???

*UMUR MESELESİ*

Umurumda değilsin diyemem sana,
Çünkü bu umur meselesi değil.
Yaşananları silemeyiz hiç birimiz...
Geçmişimden gözlerimi alamıyorum
Ve ne tesadüf ki geçmişim sensin!
Yanlış anlama bunları sakın;
Sen benim gönlüme
Yazıp, sildiğim bir isimsin ...
Bu lafların altında eziliyorum yazarken;
Eminim sen de okuyunca iyi hissetmeyeceksin.

Ama geçmişim ne kadar varsa
Geleceğim de o kadar var
Ve sen geçmişimde ne kadar varsan
Sensiz gelecek de o kadar!!!
İsmini cismini bildiğimle kalacağım
Ve bunu kendimle bile paylaşmayacağım!
Dedim ya, umur meselesi değil bu
Hem umurumda değilsin desem de
Ne kadar inanacaksın...

Eminim sen de bir gün
Soracaksın kendine bu umur meselesini
Cevabı her ne olursa olsun için yanacak
Çünkü ben bulduğum cevaplarla
Her geçen gün biraz daha yok oluyorum...
Umarım sen de yok olmazsın
Ama umurumda değilsin…

;)

'' YAĞMURDAKİ GÖZYAŞLARI ''

İçim dışım bir oldu
Bağırıyorum duyan yok.
Benim yağmurda gözyaşlarım var,
Çok isterdim ama silen yok.

Damlalarla damla damla akarlar
Belki de görünmezlik hissiyle akarlar...
Aslında görsen de söz geçmez onlara,
Masum ve küçüktür; süzülür yanağımdan yaşlar.

Karışır yağmurun kimyasına kimyası,
Ben miyim içimi döken; bu kimin yası?
İçimi diriltmeye yetmez azı,
Akar akar dinmez yağmurdaki gözyaşları...

Kader mi... ki böylesi düşman başına!
Elbet dinecek şiddetin, bırakmam yanına!
Seninle beraber gelip dökülür her defasında;
Bırak, ses etme! kalsın kuytularımda!

Acı da yalnızlık gibidir aslında
Paylaşmayı kabul görmez hayatta!
Gözyaşlarımın bir parçasını versem sana
Tövbe edersin dostun derdini paylaşmaya.

El değdirme canımın ağrısına
Kimselere belli etmem yalvarsanda
''Etsen ne değişir'' der gibi gözlerin,
Benim bildiğim ''yaşa ama yaşatma''

Kendime sakladım, herşeyi bir kendime
İçim kan ağlar, budur vuran gözlere.
Hapis oldu sözcükler kurumuş dudaklara
Cümlelere sığmaz; yaş olur gözlerde.

İmkansıza güvenip yürüdüm ben güneşli havada
Nereden bilirdim yağmur var sonunda...
Birgün pınarlarım sel olacaksa da,
Zamanı gelmişti artık yol verdim onlara...

Ruhumu parçalayan anlar vardı
Ve bu parçaları çalan anlar da...
O zamanlardan sakladım bunları,
Akar akar dinmez yağmurdaki gözyaşları...

İsyanım beni ağlatanlara,
Yandığımsa ağlarken geçen zamana...
Çok uzun sürdü bu yağmur; yeter!
Dursa... saklasam gözyaşlarımı başka yağmurlara...